Yersiz-yurtsuz Göçebe Özneler
- Nilüfer
- 28 Eyl 2023
- 10 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Eyl 2023
İnsanlık tarihi, bu süreci oluşturan insanın kendine fiziksel, zihinsel ve ruhsal anlamda yurt/yer aramasının da tarihidir. Kaçınılmaz olan ruhsal ve fiziksel göç, insanın kendisi, yaratıcısı ve çevresi üzerine çağın ihtiyaçlarına ve koşullarına paralel olarak düşünmesinin serüvenini içerir. Çıkış yeri cennetin mükemmel oluşuna karşılık varoluş alanı yeryüzünde insanoğlu, sonsuz olma arzusunun mücadelesini verir. Bu kaçınılmaz mücadelede, süreçte insan, kendini ve çevresini anlamlandırırken sürekli bir arayış içerisindedir. Bu arayışın kökeninde bulunan arzu Allah’a kavuşma arzusudur. Her insanın içerisine Allah böyle bir istek, meyil vermiştir. Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s)’nin şu ifadeleri insanın varlık macerasına işaret etmektedir: “İnsan hayat boyu farkında olmadan her güzel şeyin arkasında Cenâb-ı Allah’ı arıyor esasen: “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” (Bakara, 156). İnsan Allah’tan kopmuş gelmiş ve hayat boyu bütün serüvenlerinde, yaşanmışlıkların içerisinde farkında olmadan Allah’a gitmek istiyor. Çünkü ruh Allah’tan geldi ve Allah’a gitmek istiyor. Lâkin beden içerisinde hapsolmuştur” (17.04.2023).

Dolayısıyla insanın dünya hayatındaki varlık biçiminin bedenle zorunlu münasebeti ruhi anlamdaki yönelişinde hem yönlendirici hem engelleyici konumdadır. Ruh-beden ilişkisiyle ortaya çıkan dünyayı sorgulama biçimindeki madde-mana çatışması insanlık var olduğundan beri üzerinde düşünülen, merak edilen bir husustur. Bu bağlamda madde-mana çatışması veya dengesi insanın dünya macerasındaki eylemlerinin çeşitli saiklerle evirildiği bir noktadır. İnsanın yaratıcıyla, doğayla ve kendisiyle ilişkisinin görünümlerini inceleyen düşünce tarihi perspektifinde bu sorgulama bazen yaratıcı merkezli bazen yaratıcıdan bağımsız kritik edilmiştir. Yaratıcıdan bağımsız elde edilen her bilginin ve görüşün eksik olduğu hakikati dolayısıyla bu anlamda ortaya konulan söylem biçimlerinin de problemli, şerre odaklı ve menfi oldukları dikkat çekmektedir.
Tarihsel süreç değerlendirildiğinde elimizdeki verilerden yola çıkılırsa insan üzerine düşünüşün Antik Yunan filozoflarından İslâm filozoflarına Doğu ve Batı dünyasında devam ettiği dikkat çekmektedir. İnsanın dünya hayatındaki varoluş macerasının zâhiri ve bâtıni yönü bu anlamda çeşitli görüşlerle ele alınmıştır. Maddi planda dünya üzerinde egemenliğini zâhiren sürdüren Batı, uyguladıkları politikalarla yüzyıllardır insanı yönlendirme, yönetme, istediği kalıba sokma amacı gütmektedir. Siyasi, sosyal, ekonomik, dinî birçok alanda yapılan çalışmalarda böylesi bir değişimin öncüsü “Batı” olarak işaret edilse ve kaynaklarda kısmen coğrafi ve siyasal bir kavram olarak Batı ile kastedilen “Batı medeniyeti” olsa da sanırım böylesi bir sınırlandırma insanoğlunun dünya ve ahiret macerasını ele almada yeterli olmayacaktır. Doğu’da da Batı’da da insanı özünden koparmaya çalışanlar olduğu için daha kapsayıcı bir ifadeyle “şerre ve hayra hizmet eden odaklar” kastedilen, hedeflenen düşünceyi açıklamada daha isabetli olacaktır. Akademik disiplinleri ilgilendiren literatürde özne kavramının ele alınışı değerlendirildiğinde kaynaklar “Batı”yı referans gösterdiği için bu yazıda da bu ifade tercih edilecektir.
Batı’nın düşünce sisteminin merkezinde yer alan kritik dönemler dikkate alındığında Antik Dönem, Orta Çağ, Aydınlanma Dönemi ve Yakın Çağ olarak ifade edilen günümüz dünyasında insan felsefedeki adlandırmasıyla özne; eyleyen, merkezde olan ve merkeze alan, yönelimli oluşuyla zihinsel ve bedensel anlamda aktif durumdaki varlıktır. Batı düşüncesi yüzyıllardır insanı ve dünyadaki eylemelerini modernlik, akılcılık, rasyonalite, bilimsellik, deneycilik, evrensellik, teknoloji, sanayileşme, ilerleme, evrim, devrim, özgürlük, demokrasi, kapitalizm, postmodernizm, makineleşme, dünyevileşme gibi saymakla bitiremeyeceğimiz birçok kavramla açıklamaya çalışır ve bu kavramlar çeşitli alanlara girer. Her şeyin zıddıyla var olduğu görüşü çerçevesinde bu kavramlar da insanlığı refaha ulaştırdığı gibi hüsrana, felakete de sürükleyebilir. Dolayısıyla hayata, insana dair gelişmenin, değişimin diyalektik bir görünümü söz konusudur. Böylece hem sıhhi ve müspet hem de arızî düşünce biçimleri, dünyadaki güç dengelerini yönlendiren odaklar tarafından yazın, kültür-sanat, medya gibi alanlar vasıtasıyla yayılır.
Aydınlanma düşüncesinin temelinde yer alan seküler dünya görüşü dinî inancı bertaraf eder. Bütün insanlığı dikkate alarak kurulmak istenen yeni dünya düzeninde görünmeyen âlemin bir hükmü yoktur. İnsanın bilgisi ve gücü ile bütün dünyaya hâkim olacağı düşüncesi bireyciliği dolayısıyla kurucu, bilen ve ilahi bağı olmayan özneleri üretmek ister. Dinî dünya görüşünden bağımsız özne merkezli bu görüş, tarihi ve dinî bilgiyi, kendini yaratan Allah’tan değil; kendinden alan ve böylece yeryüzünü çıkarına göre kullanan insanları ister. İnsanı kâinatın merkezine koyuyor olduğu düşünülen Aydınlanma hareketinin esasında insanı merkezinden, özünden kopardığı görülmektedir. Hazların doyurulması üstüne kurulu bu sömürge mantığında aslında insanın sahip olduğu ruhâni nitelikler köreltilmektedir. İnsan kendi özünden koparılırken özne oluşun nitelikleri de örselenerek nesne hâline getirilir. Oluşturulmak istenen insan kendi dışındaki varlıklarla dayanışmacı ilişkiyi kuramaz. Böylece cemaatten kopuk, bireyci, kendi nefsinin emrinde insan kitleleri ortaya çıkacaktır.
İlahi dayanaklardan, bağlardan uzaklaşan bu insan sadece dünyevi kâr peşindedir. “O ki sizleri yeryüzünde halifeler kıldı” (Fâtır, 35/39) ayeti kerimesinde Allah’ın insana biçtiği rolü yeterli bulmayan, beğenmeyen insan Seyyid Hüseyin Nasr’ın dediği gibi kendine “Ulûhiyet rolü biçmeye çalışmış olan Prometeyen bir yeryüzü yaratığı”na (Nasr, 2021:171) dönüşür. İnsan, modern dünyanın yaratıcısıdır ve bu husus Avrupa düşünce sisteminin dünya ülkelerini de etkileyen, saran arızi düşüncesinin yansımalarıdır. Batı felsefesinin temelini oluşturan Yunan mitolojisindeki önemli karakterlerden Promete, mitolojik metinlerdeki tanrılara isyan edişi ve böylece insanın yeryüzündeki hâkimiyetini, özgürlüğünü savunuşuyla yer almaktadır. İnsanın özgürlüğünün kendine ilahlık rolü biçmesiyle başlayacağı isyankâr düşünce, günaha bulaşmış, kirlenmiş zihniyeti temsil etmektedir. Maalesef Yunan mitolojisinde yer alan efsanevi karakterler özellikle Batı, Avrupa ülkelerinde ve dünyanın birçok bölgesinde her yere nüfuz ederek etkinliğini mimariden, yazın ve medya alanına kadar göstermektedir. Batı düşüncesinin dünya üzerinde etkili oluşunun tarihi, siyasi, sosyolojik, felsefi bağlamı bu yazının amacını aşacak mahiyette çok yönlü bir mevzudur. Geniş çerçevede ele almak gerekirse; günümüz insanının oluşum sürecinin bir geçmişi var, “çağın ruhu” kavramı her dönemde söz konusudur. Her çağ kendi insanını oluşturacaktır. Böylece her devirde o dönemdeki insan topluluklarının hususiyetlerine göre o “çağın ruhu” oluşur. Nitekim Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaşadığı döneme “Saadet Devri” denilmesi de bu hususa işaret etmektedir. Çağcıl değişim, dönüşüm ve gelişmeler de kaçınılmaz olarak günümüzdeki insanların biliş, duyuş ve eylemlerine dair faaliyetlerini kontrol edecektir.
Çağdaş olma zorunluluğu insanlığı çepeçevre kuşatmışken bu durum beraberinde birçok sorunu da getirecektir. Nitekim akılcı, hümanist, rasyonel, determinist ve çağın gelişmelerine uyumlu olma direktifleri doğrultusunda insanın ilerleme kaydedeceği düşüncesinin eksik olduğunu Batı’nın içinden çıkan J.J. Rousseau, K. Marx, F. Nietzsche gibi filozoflar görüşleriyle ortaya koymuştur.[1] Modern dönemde maddi plandaki gelişmeler getirdiği refah düzeyi ile insanlığı olumlu etkilemişken manevi anlamda bireyleri bencilliğe, hazcılığa yönlendirmesi ve özneyi yabancılaştırması bağlamında olumsuz etkilemiştir. Birçok Batılı düşünürün eleştiriye tuttuğu modernlik, aydınlanma, içerisinde birçok çelişkiyi barındırmaktadır. Nitekim Frankfurt Okulu yazarları Max Horkheimer ve Theodor W.Adorno’nun birlikte yazdıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitapları da batılı düşüncenin uğradığı çöküşü ihbar etmektedir.[2] Ayrıca Charles Taylor “Modernliğin Sıkıntıları” adlı kitabında “uygarlığımız ‘gelişirken’, toplumun insanları(nın) kayıp ya da çöküş” (Taylor, 2011:9) yaşadığını ifade eder. Bireycilik, çıkarcılık ve kutsalların yıkılmasının toplumda yarattığı üç sıkıntıdan söz eder. Böylece Batı’nın dünya üzerinde birçok alanda hâkimiyeti ele geçirmesiyle oluşturmaya çalıştığı düzende Batı felsefi terminolojisinde ifade edilen “Tanrı”nın[1] etkinliğinin ortadan kaldırılmasıyla Seküler, lâ-dînî bir yaşam arzu edilmektedir. Batı felsefe geleneğinde yaratıcıya yönelik kullanılan Tanrı isminin mahiyeti İslam teolojisindeki Allah’ın bütün isimlerini kapsayan lafza-i celâl ismi “Allah” ile aynı anlamda kullanılmaz. Nitekim Batı felsefesinde Tanrı kavramının bahsi neticesinde şüphe ortaya çıkmaktadır ve kelimelerin bir medeniyetin inanç kodlarını, zihniyet dünyasının sınırlarını göstermesi bakımından ne kadar önemli olduğu görülmektedir.
Necip Fazıl “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” adlı eserinde iki düşünce dünyasının farkını ortaya koyarken felsefenin hikmet olmadığını belirtir. “İman ile akıl arası muvazeneyi bozmuşlar” dediği Batı düşünce sisteminin arızalı yönünü ortaya koyarken sonuca varmayan arayışını eleştirir. “Felsefe, hakikati hiçbir çıkış noktası olmaksızın serbest arama yoludur. Felsefe bulmanın değil, boyuna aramanın yolu…” (Kısakürek, 2011:14) görüşleri dinin olmadığı bir bilgiye ulaşım metodunun insanlıkta yaratacağı infiali de ortaya koymaktadır. Kısakürek; “Dindar, mihverlik bir inanış etrafında fezayı dolaşırken, başıboş hakikat arayıcısı onu her defa kaybedici, neticesiz bir maceraya mahkûmdur” (Kısakürek, 2011:15) der. Bu bağlamda dünya üzerinde hâkim olma adına her yolu mubah gören bu düşünce biçimi eksenini kaybetmiş yersiz-yurtsuz ve her bulduğu bilgiyi hakikat sanan göçebe insan tipini ortaya çıkaracaktır. Felsefenin bir noktada durmayan “serseri bir katar… uçurum yolcusu” (Kısakürek, 2011:16) olduğu ifadeleri de şu an ortaya çıkan insanlık buhranının sabit olmayan yapısına tekabül etmektedir. Böylece Allah inancından kopuk her bilgi, düşünce, eylem ve hissin dağınık, savruk, serseri oluşuyla özneler uçuruma sürüklenmektedir. Nitekim Batı felsefe geleneğindeki insan sorunu tarihsel süreçte ele alındığında merkezinden koparılan bir toplum yapısı oluşturulmaya çalışıldığı dikkat çeker. Tutarlı bir insan anlayışının olmadığı bu arayışın sonucunda insanın din, millet, cemaat, aile gibi bir arada tutan birçok unsurdan koparılarak köksüzleştirilmeye çalışıldığı görülür. Yaratanın olmadığı bir dünya tasavvurundan daha kolay yönetilebilir güçsüz, koordinatını yitirmiş, kökü, bağı olmayan insan toplulukları postmodern dönemde oluşturulmaya çalışılan postmodern öznelere denk gelmektedir.
[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Kızılçelik, S. (2011). Batı Barbarlığı 1, Ankara: Anı Yay.
[2]Ayrıntılı bilgi için bkz. Adorno, T.W.;Horkheimer, M. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği, İstanbul: Kabalcı Yay.
[3] Batı ve İslam felsefesinde Tanrı ve Allah kavramları aynı anlamda içeriklendirilmemiştir. İslam teolojisinde Allah (c.c) tek bir varlığı karşılamaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Reçber, M. S. (2000). “Tanrı” terimi üzerine, Felsefe Dünyası, C1, S.31, ss. 65-70.
Yersiz-yurtsuz Göçebe Özneler
“Nasıl dursun, benim biçâre gölgem, senden ayrılmış!
Güneşlerden değil, yâ Rab, senin sînenden ayrılmış!”
Mehmet Akif Ersoy
İnsanlığın bedenine, ruhuna, zihnine yer-yurt arama serüveninde geldiği noktada günümüz dünyası perspektifinde değerlendirildiğinde, insanın her yönüyle gerçekleştirdiği göçebe eyleminde savrulduğu söylenebilir. Varlık alanında merkezinden kopan insan, her duruma, hisse, olaya, bilgiye, eyleme göçebe hissiyle yaklaşacaktır. Çünkü aidiyet hissi yoktur. Otorite karşıtı, bütün hâkim aygıtları ortadan kaldıran, düşünce paradigmalarını reddeden göçebe özneler, kendi varlıklarını köklerinden bağımsız meşrulaştırırlar.

Postmodern dönem filozoflarından G. Deleuze geleneği reddeden, ‘an’ı dikkate alan dinamik bir varoluş içerisinde fakat bu varoluşsal faaliyette her anlamda özgür olduğu yersiz-yurtsuz parçalanmış öznelerden söz eder. Deleuze “Evrendeki hiyerarşik düzende “Büyük Varoluş Zinciri”ne bağlı olarak yerini alan” (Taylor, 2011:11) öznenin yerini öznenin her an üretimde ve yaratımda olduğu merkezsizliğin yer aldığını savunur ve bu çağcıl varoluşsal durumu meşrulaştırmak, onaylamak ister. Geçmiş, yaratıcı, aile, toplum ahlak gibi herhangi bir odağı olmayan köksüz, arzularının hükmünde görece özerk, geleceğe dönük, her an farklı bir alanda üretim hâlinde yani kendi nefsinin isteklerini yerine getirmekle memur öznelerden söz eder. Böylece ortaya çıkan “Yurtsuzlaşma, bir olanağı veya olayı edimsel köklerinden özgürleştirir” (Akt, Colebrook, 2013, s.83). İnsanın varoluş alanındaki her eyleminin gayesizliği özerklik olarak addedilmektedir. “Hayattaki her noktanın kendi “nakaratını” üreterek kendine özgü bir şekilde kendi ritmiyle oluşunu sürdürdüğü” görüşü ve “hayatın ‘konumlanmış noktaları’ndan söz edemeyiz çünkü sabit noktalar ve bölgeler yoktur” (Calebrook, 2013:83) ifadeleri perspektifinde kısmi gerçekliğe sahip bu felsefi görüş, mevcudatın böylesi bir “oluş”lar bütünü olduğunu yaratıcıdan bağımsız olarak açıklar. Yaratıcının kâinat üzerindeki hâkimiyetini reddeden filozof, günümüz insanının varoluş biçimini göçebelik, yersiz-yurtsuz oluş ve arzulayan makinelere benzetir. “Arzulayan makineler” (Zourabichvili, 2011:27) ifadesi yersiz-yurtsuz öznelerin eylemlerinin kökenindeki arzunun makinize edilişini ifade etmektedir. Deleuze’ün arzunun üretimi olarak ifade ettiği bu görüş, kutsal olan amaç, gaye ve hedefleri reddeder. Hedonist olarak sadece hazlarının dinamik akışına ayak uyduran, onların güdümünde yaşam alanını çevreleyen özneler, yasa, kural, ideoloji, ahlak gibi birçok unsuru göz ardı ederler. Allah’ın düzenini kabul etmeyen kendi düzenini kuran özne, nefs-i emmârenin etkisindedir. Deleuze’ün savunduğu görüş nefs-i emmârenin eylem alanlarının özgür bırakılmasıdır. Dolayısıyla Deleuze, günümüz insanının Allah’tan uzaklaştığında varacağı kaçınılmaz sonun analizini derinlemesine kritik etmiştir ve hatta varoluşun böyle olması gerektiğini savunmuştur. Fakat yaratıcıdan bağımsız elde edilen her düşünce biçiminde olduğu gibi bu yersiz-yurtsuz arzularının güdümündeki insan da nesillerin bozulmasında öncüdür. Deleuze’ün bu görüşünde insanın özgürlüğünün hedeflendiği ve insanlık yararına bir bakış açısı ortaya koyduğu düşünülse de kökeninde birçok sorunu beraberinde getirecek, nereye gittiğini bilmeyen kitleleri oluşturacaktır.
Böylesi kitlelerde Allah inancına, ahlaki değerlere, millî, dinî bağlara, değerler düzlemine ve cinsel kimliğe varana kadar ortaya çıkan bir kimliksizleşme durumu söz konusudur. Arzularının güdümünde oradan oraya göç eden kitlelerin durumunu Alev Alatlı şöyle ifade eder: “Kurutulan kökler, yitirilen benlik, yüzlerce parçaya bölünmüş kişilik, şizo-anarşizm” (Alatlı, 2014:178). Bu ifadeler nefsinin emrindeki insan tipinin parçalı ve buhranda olan durumuna işaret eder. Faşist olduğu iddia edilen iktidar odaklarından kaçış aslında nefsin faşistliğine kendini teslim etmektedir. Dünya üzerindeki en büyük faşist de insanın nefsidir. Nefis kendine her anlamda yeni bir güç kaynağı bulacaktır ve orada insanı geçici olarak soluklandıracaktır. Nitekim yersiz-yurtsuzlaşma terimini felsefe literatürününe kazandıran Deleuze de bu hususta şöyle ilginç bir ifade kullanır: “ Göçebeler bu kaçış çizgileri üzerinde önlerine gelen her şeyi silip süpürüyor ve Firavunu şaşkına çeviren yeni silahlar buluyorlardı” (Deleuze&Guattari, 1993: 32). Böylesi bir benzetme “arzulayan makineler”in ellerinde güç olduğu müddetçe kozmosu kaosa dönüştürebileceğine işaret etmektedir. İnsan yersiz-yurtsuzlaşırken aynı zamanda özüne, bedenine, fikrine, yaratılış gayesine yabancılaştırılmaktadır. Modern dünya bütün çengelleriyle zapt-u rabt altına aldığı insanı fıtri özelliklerine yabancılaştırır. Alev Alatlı Beyaz Türkler Küstüler adlı romanında 21. yüzyılda ortaya çıkan Deleuze’ün felsefi kritiğini yaparak onayladığı bu göçebe insan tipini ele alır. İnternetin bu anlamda bu iktidar biçimine hizmet edişini roman karakterleri vasıtasıyla eleştirir. Din, tarih, kültür, aile bağlarından koparılan göçebe öznelerin çağın ruhuna yön verdiğini belirtir. Çünkü “Yeni Dünya Düzeni barışçıl reaya istiyor” (Alatlı, 2014: 177). Uyumlu özneler, sistemin çarkının dönmesinde etkili olan kölelerdir ve bu düzene muhalif olan bağlar ortadan kaldırılmalıdır.
Yabancılaşma neticesinde kutsallarını yitiren özne, kendine yeni bir kutsal olarak nefsinin özgürlüğünü seçmiştir. Her uğradığı durakta hazzını doyuran insan, bu göçebelikte kendine de konduğu yerlere de yerleşemez. Dolayısıyla her türlü bağımlılıktan azade olmaya çalışırken nefsinin tutsağı olur ve sürekli kendine yeni bir haz sığınağı arar. Böylesi bir dağınıklıkta nefsin doyumsuz özelliği baskındır. Bu insan, ruhi anlamda acı çeker ve toplumsal alanda da bir kaosa sebep olur. Çünkü göçebelik bir istikrarsızlıktır. İnsanın arzuları ve nefsi de bu anlamda dünyevi olana saçılmış titreşimleridir. Bu hislerin dünya hayatında doyurulma ihtimali yoktur çünkü dünya hayatı geçicidir. Bu hususta Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s)’nin “Dünya müstevda’ bir yerdir, köprüdür, sınırlıdır. İnsanda ise sınırsız, doymak bilmeyen arzular vardır. Dünya düşük, küçük, derin, alçaktır” (17.04.2023) sözleri insanın bu dünyadaki yönelimlerinin arzu kökenli oluşuna işaret etmektedir. İnsanın dünya hayatındaki macerasının, yazgısının kökeninde arzu, merak yer almaktadır. Dünyevi hevesler üzerinde gerçekleşen göçebelikte dünyaya yönelik arzu, istekler etkilidir. İnsanın göçebe oluşu ahirete yönelik olmalıdır. Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s) sohbetlerinde insanın yaşadığı bu arızalı durumu şöyle ifade eder: “İnsan ile Allah arasındaki yani merkez ile bağ koptuğunda azalar felç olur, bazı kanallar sinyal almaz, vermez ve baskın bir dürtü insanı ele geçirir. İnsan, Allah’tan alması gereken sinyali almadığı için sürekli bir şeylerin arkasından koşar” (10.09.2023) ve elde edilen dünyevi hazlar onu doyurmaz, aksine arzu istek meyli daha da artar. Maalesef kökensel bağlarından kopan öznelerin kurduğu düzen bu anlamda hayra değil şerre hizmet etmektedir. Bu durum dünya üzerinde nefsani hükümranlığa işaret etmektedir.
İnsanın böylesi bir özgürlük mekânı oluşturma gayesine, arzusuna ilişkin Kıyâmet Suresi’nde Allah (C.C.) “Sanır mı insan başıboş bırakılacak?”(75/36) ayet-i kerimesi ile insanın bütün eylemlerinde özgür olmadığını vahyeder. İnsanın özgürlüğü kâinatın sahibine iman etmekle ve O’na kavuşmakla elde edilecektir. Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s.)’nin “Ruh, bu beden içerisinde bir kafesin içerisindeki kuş gibidir. Vefat ettiği zaman vuslata, özgürlüğüne kavuşuyor” (17.04.2023) sözleri insanın dünya tutsaklığının yarattığı acziyete işaret etmektedir. İnsanın ruh-beden arasında yaşadığı göçebelikte dünyevi olanın baskınlığı maddi olan bedeni ön plana alarak insanı hayatın kölesi hâline getirmektedir. Dinin, her türlü inanç sisteminin ortadan kaldırılarak bütün dünyayı sadece görünenden ibaret algılayan insan tipi oluşturma düşüncesiyle özgürlüğün elde edileceği inancı esasında insanı özgürleştirmemekte köleleştirmektedir. Dünyanın kölesi hâline gelen ve hazzının peşinde koşarken sahibini unutan insanın hüsranının arka planındaki sebep, şerre hizmet edenlerin arızî zihniyetlerinin ürettiği politikalarda aranmalıdır.
İnsanın Allah’tan uzaklaştıkça dünyanın, nefsinin tutsağı oluşunu en iyi dile getiren şairlerden biri Necip Fazıl’dır. Cezaevinde yazdığı “Zindandan Mehmet’e Mektup” adlı şiirindeki “Güneş’e göç var da kalan biz miyiz?” dizesinde insanlığın aslında kafeste olduğuna işaret etmektedir. Özgürlük zihinsel, ruhsal anlamda kafeste, hapiste olmaktır. Allah’tan uzak zihin, beden tutsaktır. Göçebe ruhlar, bedenler, zihinler dünyanın kölesidir ve zâhirde ışığa göç edenler değil bâtında nûra gark olanlar özgürdür. Odasının penceresinin fiziki küçük ve darlığı dünyaya geçişi engellemesine rağmen şair, ruhunun penceresinin odanın penceresinden bağımsız Allah’a açık olduğunu söyler. Dolayısıyla Allah’a, İslam’a uzak özne, düşünce biçimi, eylem, bilgi, duygu dünyevi tutsak olmaya mahkûmdur. Göçebe nesillerle değil, kökü belli, Allah’a, Peygamber’ine bağlı, nefsin denetiminden uzak, koordinatlarını yitirmemiş, ilâhi nisbeti koparmamış, dine hizmet gayesi güden, inanca yerleşik nesillerle yol alınacaktır. Uhrevi gelecek tasarımı gerçekleştirilmediği takdirde verimsizlik çağlar boyu devam edecektir. Nefsinin özgürlüğünü gaye edinen dağınık, parçalı öznelerin titreşim ve salınımlarının neticesinde ortaya çıkan frekans eğrisinin insanı sürükleyeceği akıbet yerinin hayra alamet olmayacağı muhakkaktır.
Kaynaklar
Kurân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli. (2018). (Elmalılı Hamdi Yazır), İstanbul: Huzur Yay.
Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s)’ nin 17.04.2023 tarihli sohbet kaydı.
Seyda Şeyh Alamuddin Hazretleri (k.s)’ nin 10.09.2023 tarihli sohbet kaydı.
Alatlı, A. (2014). Beyaz Türkler Küstüler. İstanbul: Everest Yay.
Colebrook, C. (2013). Gilles Deleuze. (Çev. Cem Soydemir). Ankara: Doğu Batı Yay.
Deleuze, G., Guattari, F. (1993). Kapitalizm ve Şizofreni. (Çev. Ali Akay), İstanbul: Bağlam Yay.
Kısakürek, N. (2011). Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu. İstanbul: Doğu Batı Yay.
Nasr, S.H. (2012). Bilgi ve Kutsal. (Çev. Yusuf Yazar), İstanbul: İz Yay.
Taylor, C. (2011). Modernliğin Sıkıntıları. İstanbul: Ayrıntı Yay.
Zourabichvili, F. (2011). Deleuze Sözlüğü. (Çev. Aziz Ufuk Kılıç), İstanbul: Say Yay.
.
Comments