TASAVVUF SOHBETLERİ
- nisbet dergi
- 1 Kas 2023
- 12 dakikada okunur
(Bu yazı Seyda Alamettin-i el Nurşini Hazretlerinin 26.09.2023 tarihli sohbetinden hazırlanmıştır ).
بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Vessalatu vesselâmü âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ve sellem.
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي* وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي
Rivayette Hazreti Âdem (a.s.) cennetten dünyaya gönderildiği zaman, memnu olan bir neam, bir nimet vardı. O nimete dokunmaması, ilişememesi gerekiyordu. İliştikten sonra Rabbül Alemin onu dünyaya gönderiyor. Yaptığı hataya binaen rivayet edilir, 70 yıl boyunca Allah’tan hicap duydu, nedamet etti, pişmanlık gösterdi. Semaya bakmıyordu, hicap ediyordu yani. Ta ki bir vakit Cenabı Allah’a ilticada bulundu: ‘Ya Rabbi yaptığım hatanın farkındayım, mahcubum, pişmanım, hacalet içerisindeyim. Beni Affet Muhammed (s.a.v.) hatırası için.’ Rabbül Alemin, Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) isminin geçtiğini görünce dedi ‘Ya Âdem, ben seni yarattım, sana bazı şeyleri öğrettim fakat Muhammed’den nereden haberin oldu. Kendinle benim aramda Hazreti Muhammed’i vesile kılıyorsun. Hazreti Muhammed’i nereden tanıyorsun?’ Hazreti Âdem dedi ‘Ya Rabbi beni yarattığında cenneti gezdim fakat beni çıkardığın zaman cennetin kapısının üst kısımlarında levhalarda -La ilahe İllallah Muhammedun Resulullah- yazıyordu. Orada iki isim gördüm o levhalarda; biri Allah diğeri Muhammed (s.a.v.). Buradan anladım ki bu zat çok mübarek Allah nezdinde. O kadar kıymetli ki Allah onu hemen kendi isminin yanına bırakmış, oradan anladım.’ Ve Hazreti Adem’in, Hazreti Muhammed’i (s.a.v.) aracı yapması, vesile yapması ile Allah Hazreti Adem’i (a.s.) affetti.
Cennete girmenin iki anahtarından biri La ilahe illallah, diğeri Muhammedun Resulullah’dır. İnsan bütün benliğiyle bunu demedikçe cennetin kapısı ona açılmaz. O aleme intikal etmenin, cehennemden kurtulmanın yolu: ‘La ilahe İllallah Muhammedun Resulullah’dır.
Tubba, belki duydunuz, Yemen krallarından bir kral. Etrafındaki nice bölgeleri fetheder, en son Medine-i Münevvere’ye gelir kuşatmak için. Tevrat ve İncil Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) gelişinden bahsettiği için ona binaen Yahudi ve Hristiyanların bir kısmı Medine-i Münevvere‘ye gitmiş ve Hazreti Muhammedin gelişini beklemiştir. Hazreti İsa ‘Benim artık bundan sonra size söyleyebileceğim pek bir şey yok, görevim buraya kadar bundan sonra Alemin Sultanı, Alemin Efendisi gelecek. Tüm peygamberlerin Sultanı, Ahmed adında bir zat geliyor. Bundan sonra söz sahibi O’dur. O söyleyecek size’ deyince buna binaen Yahudi ve Hristiyanların bir kısmı Medine’ye göç etmiş, Resulu Ekrem’in (s.a.v.) gelişini bekliyorlardı. Yemen Kralı Tubba orayı işgal edince, Yahudi ulemalar toplanıp yanına gittiler. Peygamber Efendimizin gelişinin asırlar öncesinden bahsediyoruz. Tubba ile konuştular ve dediler ki ‘Burası korunaklı bir yer, mahfuz bir yer yani sen istesen de buraya bir zarar veremezsin’ Tubba baktı hepsi bilge insanlar, nazarı itibara aldı ‘Neye binaen bunu söylüyorsunuz’ dedi. Dediler ki ‘Çünkü bizim kitaplarımızda şöyle geçer Ahmed namında bir zat gelecek, Mekke-i Mükerrem de doğup, Medine-i Münevver’de vefat edecek. Ve kendi devletini burada kuracak. Onun için Allah tarafından korunaklı ve mahfuzdur burası.’ Tubbanın ilgisini çekti bu ve kitaplarını okumaya başladı. Kitapları okumak suretiyle Resulü Ekrem’in (s.a.v.) O evsaflarını duyunca adeta büyülendi ve Resulü Ekrem’e (s.a.v.) iman etti ama nasıl bir iman? Tamme bir iman! Allah Resulünün (s.a.v.) gelişinden ihtilaflı yedi asır önceydi fakat o yakın bir zamanda geleceğine inanıyor. Kalbi bir aşk ile doldu. O’nun için oralarda bir sürü evler yaptı, şayet Resulü Ekrem yakın bir zamanda gelirse şu haneye teşrif etsin gibi. Uzun bir müddet, Allah Resulü’ nü (s.a.v.) görürüm düşüncesine binaen Medine de kaldı. Fakat kanaat etti ki onun asrında gelmeyecek. Oradaki Yahudi topluluklarını topladı, bir mektup yazdı, bir şiir. Nesilden nesile aktarılması, Resule Ekrem’e (s.a.v.) ulaştırılması için altın mühürle mühürletti. Ve en son Yemen’e doğru gitti çünkü anladı ki kendi asrında gelmeyecek.
Aradan 7 asır geçti. Mektup nesilden nesile geçti ta ki Hazreti Eyyüb el Ensari’nin (r.a.) eline geçene kadar. Sultan Eyyüb, Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) Hazreti Ebubekir’le beraber Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini duyunca, yanında Ebu Leyla namında sadık güvenilir bir arkadaşı vardı, mektubu ona teslim etti ve dedi ki ‘Bir an evvel ulaştır. Bu emanet nesillerdir elimizde, dedelerimiz bunu korudu muhafaza etti. Şimdi zaman geldi.’ İçi açılmamış daha.
Yolun yarısında Resulü Ekrem’i (s.a.v.) buldu Ebu Leyla. Fakat Ebu Leyla gelince Hazreti Ebubekir korktu. Çünkü kim olduğunu tanımıyordu. Allah Resulüne (s.a.v.) zarar mı verir bilmiyordu. Önüne geçti, sen kimsin? dedi. ‘Ben Muhammed Aleyhisselatu vesselamı arıyorum, siz misiniz?’ dedi. Hazreti Ebubekir yok deyince ‘Peki hanginiz Muhammed (s.a.v.).’ Dedi. 3 kişi var orada. Resulü Ekrem (s.a.v.), bırak gelsin dedi Hazreti Ebubekir’e. Resulallah (s.a.v.); ‘Sen Ebu Leyla değil misin?’ deyince, tabi o zat şaşırdı.'Bana Tubba’nın mektubunu mu getirdin?’ deyince adeta kendinden geçti.'Sen nereden biliyorsun?’ deyince dedi ‘çünkü ben Muhammed, Allah’ın elçisi olan Muhammedim.’ Mektubu Hazreti Ebubekir’e verip aç dedi. Tubba’dan Muhammed’e (s.a.v.) mektuptur.‘Şehidtu ala Ahmed’e. Ennehu Resulü minallahi…’‘Ben şimdi biliyorum ki senin asrına yetişmeyeceğim ama bil ki Ey Allah’ın sevgilisi ben seni kendi asrımda tanıdım, okudum, bildim ve iman ettim. Sen şahit ol. Ben Şehadet ederim ki Ahmed’e şehadet ederim ki Allah’ın Resulüdür (o zaman Ahmed diye biliniyor). Ey Habib bil ki zamanım zamanına yetişmiş olsaydı tüm malımla mülkümle senin dinini imar etmek adına, şad etmek adına senin vezirin ve amcaoğlun olurdum.’ Amca oğlu derken Hazreti Ali (r.a.) kastediliyor. Şunu bilmek lazım Cenabı Allah ayeti kerimede Resulullah’a (s.a.v.);
‘Vemâerselnâke illâ rahmetenlil’âlemîn’ ‘Seni de (ey Resulüm), ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’
(Enbiya,107)
Resulü Ekrem’den herkes kabiliyetince istifade edebilir. Ama nasıl? Bunu bilmek lazım! Sadece bilmek ve okumak değil esasen. Düşünün bir fanusun için de çok kıymetli bir şey vardır veyahut düşünün Resulallah’ın lahyesi var. Yani ne kadar kıymetli. Fanusa değer katan şey, o içinde bulunan lahye. Düşünün bir beden var, içinde evsafı Muhammed’i ruh korunmuş ve canlıdır hala. Düşünün ortaya bir fikir koydu. Asırlara sığmayacak bir fikir. Yani Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) bir cüzü olabilme, O’nun evsafının bir bölümü de olsa istifadedir. Yarınımız için o evsafı bedenimizde taşımamız lazım. Bedenin içinde Onu yaşatmak lazım. Bakın Seyda-ı Taği (k.s.), kendisi Seyyid Sıbtatullah Arvasi’ye (k.s.) intisabından önce Kadiri, Rufai tarikatlarinde sürekli Allah’ı ve Peygamberi arıyor. Kadiriye giriyor, icazet alıyor, şeyh oluyor, halife oluyor. Rufaiye giriyor, icazet alıyor. Kendisi büyük bir alim. Namı, ismi bilinen bir zat ama kendi ifadesine binaen ‘Ben kalbimde tam manada bir itminan hissetmiyordum.’ Yani kalp tam mutmain değil esasen. Ta ki köyünde Gavsı Hizan’ın (k.s.) bir sofisi ile karşılaşana kadar. Konuşmaları sırasında o sofi, Şeyh Abdurrahman-ı Taği’ ye ‘Keşke bir kere benim şeyhimi görseydin’ der. Normal, sıradan bir laf fakat Seyda-ı Taği’de (k.s.) çok ciddi tesir ediyor bu laf. Acaba aradığım maksadım gayem o mudur diye. Ve karar veriyor gidiyor. Ona itiraz edenler var; büyük bir alim olmuşsun, müritlerin var şimdi sıfırdan sofi olmak hem de başka bir tarikatte. Karar veriyor gidiyor. İşte giderken Gavsı Hizan’ı (k.s.) tarif ederken büyük adeta bir fanus içinde büyülü bir kelebek mi dersiniz, bir bedenin içerisinde Resulullah’ın (s.a.v.) evsafının canlı olduğunu görüyor. Tabi Allah o maneviyatı vermiş ki görüyor. Kuranı Kerim de ‘Ve inneke le ala hulukın azim.’ ‘Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.’ (Kalem, 4). En yüce ahlak Peygamber Efendimize (s.a.v.) verilmiştir. Onu görüyor Seyda-ı Taği (k.s.) ve biliyorsunuz bedenin belli ibadetleri vardır; secdeye varırsınız, kalkarsınız. Kalbin ibadeti nedir? Der ki Sadi Şirazi (k.s.); ‘Kalbin en büyük ibadeti sevgidir, aşktır.’ Yani bir kalp âşık olmuşsa en büyük ibadeti yapıyordur. Ve bana deseler ki, aşkın tarifi nedir? Derim ki benzeşmektir. Ne muazzam bir şey. Çünkü aşk, iradeniz dışında sizi alır maşukunuza benzeştirir. Hakiki ubudiyeti, kulluğu bütün benlikle hissetmenin yolu aşktan geçer. Çünkü aşk, maşuk ile aradaki bütün engelleri, bütün sevgilileri alıp kaldırıyor. Bütün süfli, sahte sevgiler, sahte maşukları ortadan alıyor, siliyor süpürüyor ve sendeki tüm emanet hislerin ne ise, bunları hakiki sahibine veriyor. Hakiki sahibine karşı, maşuktan sana bir sıkıntı gelse dahi ona karşı şu dirayette bulunamıyorsun; küsme, kızma. Yani kulluğun hakiki özünü ortaya çıkarıyor ve saflaştırıyor. Ve aşk insanı maşukun bir parçasına dönüştürüyor. Onun için Seyda-ı Taği (k.s.) ile ilgili menkıbeler anlatılırken, o kadar devasa kametlerden nakil var ki, o menkıbelerle ilgili insanın kalbinde şek şüphe meydana gelmiyor. Mesela bir halifesi Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.) gördüğü şahit olduğu hadiseleri anlatınca bize, biz hayal ürünü, haşa diyemiyoruz. O ki hem hayatını dini mübinde geçiren, binlerce alim ulema yetiştirmiş hem velayette de zirve olan bir zat.

Fethullah Verkanisi (k.s.) Allah Resulü’ nün ziyarete Medine-i Münevvere’ ye gittiklerini anlatır. Fakat ziyaret öncesi Seyda-ı Taği (k.s.); ‘Ben Allah Resulu’nün huzuruna nasıl çıkarım, bana ‘ümmetimi adeta kurt gibi nefisleri kaptı, sen ne yaptın onlar için?’ dese benim verebileceğim bir cevabım yok. Bundan dolayı buruk bir hacalet, nedamet içindeydi. Adeta hasta bir hali aldı. Gel zaman git zaman huzura varacak kuvveti buldu, Ravza-ı Mutahara’ nın içerisine girdik. Seyda-ı Taği(k.s.), Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’a selam verdi. Biz hepimiz Ravza’nın içerisinde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), Seyda-ı Taği’ye (k.s.) ‘Ve aleyküm selam’ dediğini duyduk. Sonra Ravza’nın içerisine çağırdı. Seyda-i Taği’nin (k.s.) geldiğini duyan, o zamanın yönetimi Ravza’nın içerisini de açmışlardı. İçeri girdik. Seyda-ı Taği (k.s.) de hem bir burukluk hem de bir sıkıntı vardı. Ses geldi, Resulullah (s.a.v.), ‘Niçin rahat değilsin?’ dediğinde Seyda-ı Taği (k.s.), rivayetler değişiktir; ‘Gönlüm hiçbir zaman Gavsı Hizan dışında bir yere inhiraf etmedi, dönmedi, yönelmedi. Şu an sırtım ona dönük.’ deyince. Resul-u Ekrem (s.a.v.) ‘Şu an aslın önündesin artık. O benim bir gölgem.’ İşte fanusun içinde canlı kalabilmesi için bedenler taşıyıcıdır esasen. Bedenler şeytanı da taşıyabilir. Şeytani ahlakı taşıyıp, şeytanın bir parçası olabildiği gibi insan bedeni Resulu Ekrem’in (s.a.v.) evsafını da yaşatabiliyor, canlı kalıyor orada. Fikri canlı kalıyor, cüz-i Muhammed’i adeta. Resulullah (s.a.v.) dedi ki ‘O benim bir gölgem. Şimdi aslın huzurundasın. Gölge arkada kalabilir.’
İkinci bir husus, Seyda-ı Taği (k.s.) için hakikaten büyük bir müjde esasen. Sıradan biri değil, Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.) gibi bir zat naklediyor. ‘Sana şu müjdeyi vereceğim, sana tabi olanlar imanlarını son nefeste kurtaracaklar, ben o noktada sana destek olacağım. Sana tabi olanlar noktasında üzülme.’
Ehli muhakkik derler ki; ‘Ve le sevfeyu'tikerabbuke fe terda.’ ‘Ileride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!’ (Duha,5) ayeti ve diğer ayetlerde, Cenabı Allah, ümmetinin üzerine titreyen Resulü Ekrem’i (s.a.v.) teselli etmek maksadıyla; 'Ey Habibim üzülme. Sana ilerde öyle yetki verecek ki Allah Teala. Sen bu yetkini kullanacaksın öbür tarafta. Sana verecek de verecek Allah Teala, ta ki sen razı olana kadar.' Ehli tahkik der ki, Resulü Ekrem gelecek, Cenabı Allah’a diyecek ki; ‘Ya Rabbi söz vermiştin. Her peygambere dünyadayken sıkıştığı zaman kullanmak adına hızlı icabet edilen bazı dualar vermiştin. Onlar kullanmıştı. Ya Rabbi ben bütün haklarımı burada kullanacağım.’ Burada ehli tahkik der ki insan miskali zerre kadar imanla öbür tarafa giderse, İnşallah şefaate nail olur. Bakın bu iman meselesi çünkü insan imansız giderse öbür tarafa, Cenabı Allah imansızı cennete bırakıp imanlıyı cehenneme göndermesi Allah’ın adaletine uygun değil. Ama dünyadayken şefaati hakkedecek şeyler yapmak lazım. İman, ayetlerin ifadesine binaen ‘İllâ men tâbe ve âmeneve’amile ‘amelen sâlihanfeulâ-ikeyubeddilu(A)llâhuseyyi-âtihimhasenât.. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir ’(Furkan,70). İnsan tevbe ederse, iman ederse, ameli salih yaparsa deniyor. Bakın ameli salih imanımız için bir destektir, takviyedir. Vücudun ayakta kalabilmesi için takviyesi vardır. Vücut için yararlı ve zararlı şeyler vardır, biz bunları biliyoruz. İnsanın içinde iki kurt var, biri beyaz biri siyah. Hangisini iyi beslerseniz o, diğerini yer. Ve topluluk içinde siyah kurtlar çoğalırsa, beyaz kurtlara karşı bir hazımsızlık da oluşur. Onları da kendilerine çevirmek isterler. İnsanın içerisindeki beyaz ve siyah şeyler vardır, bunlar insanın beslemesine yönelik şeylerdir. Eğer insan sürekli zararlı şeylerle beslerse, zararlının ne olduğunu da herkes biliyor esasen. Biz içimizdeki siyah kurdu yani karanlık yönü besleyen şeyleri biliyoruz. Beyaz olan, nur olan tarafımızın da faydalı olan şeylerle beslenmeye, desteklenmeye ihtiyacı vardır. Desteklendiği zaman adeta içinde bir aslan olur. O bir kişi desteklendiği, onlarla beslendiği zaman etrafında binlerce siyah kurt da olsa hepsine tahakküm eder. İşte bu beslenme yolu ameli salihtir. İnsan ameli salih yaparsa takviye ediliyor. İşte Kuranı Kerim, şu günahları yapanlar cehenneme müstahak olacaklar, düçar olacaklardır. Tevbe eden, ameli salih yapanlar müstesna der. Ameli salih dış bir destek gibidir. Ama bununla beraber büyük bir müjde var. İnsanın geçmişte yaptığı seyyiatları hasenata tebdil ediyor Allah Teala. Allah onları birer güzelliğe tebdil ediyor. Onun için muhakkak tevbe etmek lazım. İman şart. Her defasında Allah’a bir rücu ile tevbe tazelemek, saffetimizi yani duruluğumuzu koruyabilmek gerekir. Elimiz kirlense on defa elimizi yıkarız çünkü tiksiniriz. O kir elimizde kaldığı zaman birikince hastalığa dönüşme ihtimali var. İnsanın fikri düşüncesi ahvali ile sürekli günaha meyyal yapısı vardır. Etraf, dünya, nefs, şeytan olduğu için sürekli manevi hastalık, manevi mikrop bulaşma ihtimali söz konusudur. Biliyorsunuz ki mikropların en tehlikeli yanı şudur, insan vücuduna girdiğinde o tarafın kökünü kurutur, zarar verir. Orayı yok edene kadar varlığını hissettirmez vücuda mikrop. Yani bir dişe girdiği zaman dişin altını oyar. İş işten geçince fark edebilir insan. Sonra o diş ya çekilir ya çürüyor vs. Yani başta müdahale şansı yok. Nefis de, şeytan da adeta öyle. Şeytan, insan kanında akıyor, sinir damarlarında akıyor adeta der Resulullah. Adeta bir mikrop gibi. Nefsi emmaremiz bir mikrop, insan vücudunda olduğunda insana faydalı olacak bütün her şeyi bertaraf ediyor. Onun için insanın bir uyanıklık içinde gözleri açık, kulakları açık tevbe tazelemesi ve bunlara karşı iyi tarafını besleme noktasında ameli salih yapması lazım. Yapmazsa ne olur? Bir kayıp meselesi olur ama sıradan bir ticaret kaybı, ticareti batırmak değil. Veyahut emeği batırmak değil bizim bahsettiğimiz. Ticarette insan batırabilir, dünyasının da batırabilir ama ahiret meselesi söz konusu olunca insanın yaşamı boyunca bir kere fırsat verilmiştir insana. Dünyaya gelme fırsatı bir kere var. Hiçlik aleminden, yokluk alemine ki bundan 50 yıl 100 yıl önce bir hiçtik, oradan varlık alemine, oradan insan alemine, oradan Hazreti Muhammed (s.a.v.) alemine gönderilme, herhangi başka bir alemde taş vs. olmama, sıradan bir canlı olmama, insan olabilme. Bütün bunlar Allah’ın çok büyük bir nimeti ve insana tek bir kere verilmiştir bu. Ve alem bu noktada bir geçiştir esasen. Onun için Resulullah der; ‘Benim dünya ile olan durumum şuna benzer. Bir insan uzun bir seferde, önemli bir maksat var, önemli bir yere gidecek. Yolculuk esnasında bir ağaç gölgesini görür, oturur istirahat eder, sonra kalkar. Arkasındaki olan şeyi arkasında bırakır ve gideceği yere gider.’ İnsanın dünya ile münasebeti bu kadar olmalı. Amaç haline getirilmemeli. Kalp bağlanmamalı esasen. Çünkü ölüm ve doğum denilen iki kavram var. ‘Ellezîhalakal mevte velhayâte…’ (Mülk, 2). Yani o Allah ki hayatı ve ölümü sizin için yarattı. Hayatı yarattı, biliyoruz hayatı ama ölümü de yarattı. Onu da biliyoruz ama kimse deneyimlemediği için çok bilmiyoruz, kitaplardan okuyoruz. Er ya da geç deneyimleyeceğiz, doğumu deneyimlediğimiz gibi. Çünkü öbür tarafı Allah Teala yokluk olarak ifade etmiyor. Onu da Biz yarattık diyor. Diğer boyut o.
Muhammed Diyauddin (k.s.), Dünya ahiret hayatına nispeten nasıl bir yer? Sorusuna, 'Ed-dünya mezratü'l-ahire. (Dünya Ahiretin Tarlasıdır)' demiştir. Bu hadistir Hazret (k.s) Mektubatında sıklıkla vurgular. Dünya, ahiretinizin bir bağıdır. Ziraat etmeniz gereken bir yerdir dünya. Çiftçi olarak düşünün. Ambarınızda, kilerinizde tohumlarınız vardır. Toprağın bağına atmak istiyorsunuz. Niye? Çünkü inanıyorsunuz ki toprağın bağrına atılmazsa çürüyüp gidecek. Bedenler, hayatlar, zaman, sermaye Allah yolunda harcanılmadığı zaman, zaman onu çürütüp götürecek zaten. Gençlik, yaşlılık ve sonra kabir alemi. Topladığımız biriktirdiğimiz tüm kazanımlar dünyada kalıyor. Bir hayal gibi esasen. Ses ve görüntü ibareti var. Alıp götürebildiğiniz başka bir şey yok. Aynen bir rüya gibi, uyandığınız zaman ne görüyordunuz? Görüntü ve ses vardı diyeceksiniz. Bu alemden de diğer alemi deneyimlediğiniz zaman o alemde ne gördünüz? Gördüklerimiz değişik görüntü ve seslerden ibaretti. Dünya ahiretin bir mezraatıdır. Nasıl ki bir çiftçi toprağa itimadı tam, güveni tam. Elinde avucunda ne varsa toprağın bağrına atmak istiyor ta ki toprak bir bahar mevsiminden sonraki mevsim en az bire yetmiş misliyle kendisine iade etsin. Ahirete nispeten dünya da öyledir. Allah yolunda gidildiği zaman, senin mevcut şu hayatın en az 70, 700, 700 milyar misli, kat be kat sana iade edilecek öbür tarafta ama baki bir surette sana iade edilecek. Öbür tarafta dünyadaki sen gibi ama aynı değilsiniz, bambaşka bir alem. Dünyadaki hiçbir nimete eşit değil, bu dünya nimetine benzemiyor. Kulakların işitmeyeceği bir nimet var öbür tarafta. Beşerî bir akılla hiçbir zaman kavrayamayacağımız nimetler hazırlamışım diyor öbür tarafta. Şimdi bir toprak bunu iade edebiliyorsa, hayatı oraya atıyorsunuz size en az 70 misli ile hayat iade edebiliyor ve toprağı yaratan Allah, gücü kuvveti veren Allah, bu güç ve kudretle seni buraya getiren Allah. Acaba siz Allah uğruna kendinizi verdiğiniz zaman, takas ettiğiniz zaman yani Allah size fani dünyanızı baki olanla takas etme gibi bir fırsat vermiş. Acaba bu takas neticesinde Allah ebedi sonsuz bir hayat size iade etmez mi? İnsanın imanı tam olursa seve seve canını da, malını da, mülkünü de Sahabe-i Kiram gibi verir. Ama tam iman için, kalbin gıdası, kalbin ibadeti, Sadi Şirazi’nin (k.s) dediği gibi aşk ve muhabbet kavramıdır. Aşkı biz nerden bulacağız? Kitapları çok okumak suretiyle insanın zihninde bir hayranlık oluşabilir. Ama aşk insanın iradesinde olan bir şey değil. İnsana dikte edemezsin şunu seveceksin diye. O neyden hoşlanıyorsa onu sevebilir. Yemekten de olabilir, nimet de sevebilir. Ama bunu yapma diyemezsin ona. Resulü Ekrem’e (s.a.v.) aşk kavramı nasıl olacak. Çünkü Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) risaletini tam manada tasdik etmeden cennete de gidemiyoruz. Buna kalbimizle ruhumuzla aşk derecesinde bağlanmak da lazım. İmanı besleyen, güzelleştiren, kâmil hale getiren, meyve hale getiren aşktır. Sıradan bir sevgi olarak da ifade etmiyor, evladınızdan malınızdan mülkünüzden hatta kendinizden öte çok farklı bir sevgiyle sevmemiz gerekiyor. Burada şu devreye giriyor. Düşünün Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) sireti diyelim, Peygamberimizin (s.a.v.) evsafı canlı canlı yaşıyor bir beden içerisinde ve siz gidiyorsunuz, onu görüyorsunuz. Peygamberimiz’in (s.a.v.) evsafı aliyesi adeta aksediyor. Kalp buldu mu, buldum der o zaman ve ona âşık olur. Ama görmediği duymadığı, hissetmediği bir şeye bağlanması çok zordur. Kalbin göz penceresinden ve kulak penceresinden görüp duyup hissetmesi lazım. Hissetmezse kalbin bağlılığı çok azdır. Onun için gördüğümüz duyduğumuz yüzlerce şeylere bağlanabiliyorken bu kadar Peygamberimizin evsafı söyleniyor, cennetten bahsediliyor kalp o tarafa doğru bir meyli olmuyor. Beyin evet, akıl evet, ilim evet ama iş eyleme gelince adım atamıyoruz çünkü kalp o tarafa doğru meyli yok.
Onun için Mevlâna Halid-i Bağdadî (k.s.), İmâm-ı Rabbani (k.s.), Şahı Nakşibendi (k.s.), Seyda-ı Taği (k.s.) gibi büyük zatlar bu kadar ilmin zirvesinde olmalarına rağmen hepsi gidip tasavvufa girmişler, ta ki o aşk-ı ilahiyi bulma adına. Çünkü insanı riyadan, ki çağ gösteriş çağı, beri kılan derdi tasası maşuk olan, insanda o duyguyu baskın kılan tek şey aşktır. O yüzden o büyükler tasavvufa girmişler, tevbe almışlar ve safileşmişlerdir. Durulaşmışlardır ve ölünceye kadar da o saffetlerini muhafaza etmişlerdir, kirlenmemişlerdir. Bir kirlilik geldiği anda da hemen tevbe istiğfar ile o saffetin özüne zarar gelmemiştir. Onun için biz de Sadatı Kiramın himayesinde, Allah’ın sevdiği kulları, Allah dostları himayesinde bağ kurmak, rabıta kurmak suretiyle tevbe edeceğiz.
1400 yıldır dini İslam böyle gelmiş, binlerce milyonlarca evliya alim ulema tasdik etmiş. Biri de haşa çıkar der gelin onlar anlamadı ben anladım çünkü benim aklım tam, gelin ben size yepyeni bir şey sunacağım derse de herhalde onun deli olması gerekir, o insanın arkasından gidilmez. Onun ardından gidilmez. 1400 yıldır tarikat yoluyla tasavvuf yoluyla dinin 3 ayağı olan, kalp beden akıl ile bugüne gelmiş. Kalpsiz, ruhsuz, sadece bedenin ibadet ettiği, kalbin mala ihtirasa bağlı olduğu fakat bedenin de Allah’a ait olduğu bir din değil. Tümüyle Allah’ a yönelmek.
Bunun için de Allah’a tövbe etmek lazım..
Kaynaklar
Kurân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli. (2018). (Elmalılı Hamdi Yazır), İstanbul: Huzur Yay.
İmam Nevevi. Riyazüs-Salihin. Erkam Yayınları, 2002.
.




Yorumlar